'12 Eylül'ün Motivasyonu Dış Kaynaklıydı'

ASBÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ataman: '12 Eylül askeri darbesi, daha önceki ve daha sonraki askeri darbelerde olduğu gibi ve başka ülkelerdeki askeri darbelerde olduğu gibi daha çok dış desteğin ve motivasyonun sonucunda içerideki belli bir grubun gerçekleştirdiği bir eylemdir. Bu genellikle iddia edildiği gibi demokrasiden sapmanın önüne geçmek veya ülkeyi yeniden demokrasi rayına oturtmak amacıyla değil belirli bir çıkar çevresinin Türkiye'yi belirli bir kulvarda tutma çabasının bir sonucudur''12 Eylül'ün neden gerçekleştiği sorusunun cevaplarından birisi dış politikayla ilgilidir. Orta Doğu'da istikrar isteyen ABD ve Batılı ülkeler, Türkiye'yi o siyasi kaostan çıkarmak zorundaydılar. Yani aynı anda bölgede birkaç yerde krizin yaşanıyor olması bölge siyasi dengelerini kontrol altına tutmayı zorlaştıracaktı. Bunun için Türkiye'de elektrik kesintisi gibi birden iç siyasetteki bütün o istikrarsızlık, karşıtlık bitmiş oldu' 'İran devrimi olmasaydı ve İranIrak savaşı patlak vermeseydi acaba 12 Eylül darbesi olur muydu? Daha doğrusu, olmayabilirdi'

ETEM GEYLAN - Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi (ASBÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muhittin Ataman, 12 Eylül askeri darbesinin, daha çok dış desteğin ve motivasyonun sonucunda içerideki belli bir grubun gerçekleştirdiği bir eylem olduğunu belirterek, 'Bu genellikle iddia edildiği gibi demokrasiden sapmanın önüne geçmek veya ülkeyi yeniden demokrasi rayına oturtmak amacıyla değil belirli bir çıkar çevresinin Türkiye'yi belirli bir kulvarda tutma çabasının bir sonucudur.' dedi.

Prof. Dr. Ataman, Türkiye siyasi tarihinde derin yaralar açan 12 Eylül darbesini oluşturan koşulları, AA muhabirine değerlendirdi.

Darbenin o dönemdeki uluslararası politik atmosferle yakından ilişkili olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Ataman, 12 Eylül darbesinin, diğer darbeler ve başka ülkelerde gerçekleştirilen askeri darbelerle benzer özellikler taşıdığını söyledi.

12 Eylül askeri darbesinde dış destek ve motivasyonun olduğunu belirten Ataman, şöyle konuştu:

'12 Eylül askeri darbesi, daha önceki ve daha sonraki askeri darbelerde, başka ülkelerdeki askeri darbelerde olduğu gibi daha çok dış desteğin ve motivasyonun sonucunda içerideki belli bir grubun gerçekleştirdiği bir eylemdir. Bu genellikle iddia edildiği gibi demokrasiden sapmanın önüne geçmek veya ülkeyi yeniden demokrasi rayına oturtmak amacıyla değil belirli bir çıkar çevresinin Türkiye'yi belirli bir kulvarda tutma çabasının bir sonucudur. Burada ABD başta olmak üzere Batı'lı devletlerin soğuk savaş döneminde izlediği siyasetin, o siyasi kulvarın dışına çıkma ihtimali karşısında siyasete yapılan bir müdahaledir ve sürekli herhangi bir askeri darbede olduğu gibi demokrasiyi yeniden rayına oturtma değil, demokratik gelişmeye ket vurmuş bir darbedir.'

- Darbenin dış politikası

Muhittin Ataman, iç siyasette istikrarsızlık yaşayan ülkelerin dış politikada etkili olamayacaklarını ifade etti.

Türkiye'de 12 Eylül darbe girişimi öncesinde siyasi istikrarsızlık bulunduğunu hatırlatan Ataman, şöyle devam etti:

'12 Eylül darbesinden yaklaşık 10 gün önce çok ilginç bir şekilde bölgede İran-Irak savaşı başladı. Irak'ın, İran'a saldırısıyla başlayan, 8 yıl sürecek 1 milyon civarında insanın hayatını kaybetmesiyle neticelenecek bir savaştı. 12 Eylül'ün neden gerçekleştiği sorusunun cevaplarından birisi dış politikayla ilgilidir. Orta Doğu'da istikrar isteyen ABD ve Batı'lı ülkeler, Türkiye'yi o siyasi kaostan çıkarmak zorundaydılar. Yani aynı anda bölgede birkaç yerde krizin yaşanıyor olması bölge siyasi dengelerini kontrol altına tutmayı zorlaştıracaktı. Bunun için Türkiye'de elektrik kesintisi gibi birden iç siyasetteki bütün o istikrarsızlık, karşıtlık bitmiş oldu. Bu aslında bize o dönemde Türkiye'deki iç siyasi istikrarın ne kadar yapay olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda kontrollü olduğunu da gösteriyor. Sağcılık solculuk meselesinin bilindiği gibi çok derin ideolojik ayrımların neticesinde değil aslında daha çok araçsallaştırılmış bir karşıtlık olduğunu görüyoruz. Türkiye'nin o dönemde darbeyle beraber takındığı bir tavır vardı. Bir kere istikrara kavuşturularak İran-Irak savaşının Türkiye'yi ve Türkiye üzerinden başka ülkeleri etkilemesinin önüne geçilmiş oldu.'

- '12 Eylül rejiminde siyasi noktada araçsallaştıran bir İslamilik de vardı'

Prof. Dr. Ataman, Turgut Özal'ın Türk siyasi hayatındaki rolüne işaret ederek, 80'li yılların tümünün '12 Eylül rejimi' olarak değerlendirilemeyeceğini, darbecilerin dış politikasını anlamak için 1980 ile 1983 yılları arasına bakmanın daha doğru olacağını belirtti.

Soğuk savaş cepheleşmesinde kendisini sağda tarif eden, liberal dünyayla birlikte tarif eden Türkiye'nin biraz daha bölgesel konulara hassasiyet göstermeye başladığını dile getiren Ataman, şunları anlattı:

'Bölgedeki aslında sorunlardan hem etkilenmemek, yani 'kontrollü bir tarafsızlık siyaseti izledi' diyebiliriz, 12 Eylül rejimi döneminde. İsrail ile ilişkiler sıkıntılıydı, onu kısmen devam ettirdiler. İsrail'in özellikle Filistin'de yürüttüğü o dışlayıcı, baskıcı politikasına kısmen tavır takınmıştı 12 Eylül rejimi. Bu da kontrollü bir durumdu. İran-Irak savaşında aktif bir tarafsızlık siyaseti izlendi. Aktiften kastım, her iki tarafla ticari ilişkilerini devam ettirdi. Fakat hiçbir şekilde siyasi tartışmaların içinde yer almamaya özen gösterdi.

Bir taraftan bunu yaparken İran ile ideolojik bir zıtlaşma yaşandı o dönemde. Çünkü Kenan Evren'in tabiriyle Atatürkçülük anlayışının yeniden hakim kılınması amacında olan 12 Eylül rejimi, İran'daki Humeynizm ile karşı karşıya geldi. Özellikle Humeyni rejiminin pek çok bölge ülkesine olduğu gibi Türkiye'ye de acaba rejim ihracı çabası var mıdır endişesi söz konusuydu. Bu endişenin beraberinde getirdiği bir zıtlaşma ve kamplaşma oldu. Çünkü rejim karşıtı çok sayıda insan, Halkın Mücahitleri Örgütü üyeleri İstanbul'da veya Türkiye'nin başka şehirlerinde yaşamaya başladılar. Bu başlı başına Türkiye-İran arasında bir soruna dönüşmüştü.'

Muhittin Ataman, 12 Eylül döneminde ayrıca İslam İşbirliği Teşkilatı bakımında kısmi bir açılım sağlandığını, Kenan Evren'in ilk defa belki tarihte zirveye Cumhurbaşkanlığı düzeyinde katılımının söz konusu olduğunu aktardı.

Bu konuda Turgut Özal faktörünün, etkisinin çok önemli olduğuna dikkati çeken Ataman, 'Yıl 1984, Suudi Arabistan'ın Taif kentinde yapılan İslam Konferansı Örgütü (o zamanki adıyla) zirvesine Cumhurbaşkanı olarak katıldı. Hatta bu bağlamda Mekke'ye gidip umre ibadetini yerine getirmişti Kenan Evren. Bu seküler bir ordunun başındaki kişi olarak oldukça dikkati çekmişti. Çünkü sekülerlikle dindarlık ayrışması bağlamında, sekülerizmin en önemli temsilcisi ve koruyucusu olarak orduyu biliyoruz ama 12 Eylül rejiminde öyle bir siyasi noktada araçsallaştıran bir İslamilik de vardı.' diye konuştu.

Ataman, o dönemde, iç siyasette din kültürü derslerinin zorunlu hale getirilmesinde olduğu gibi dış politikada da Müslüman dünyaya açılmanın gerçekleştiğini, bunun da İslam İşbirliği Teşkilatı'ndaki katılım düzeyinde görülebileceğini söyledi.

Daha önce sürekli bir alt düzeyde katılım olduğunu ve zirveye bakanların katıldığını aktaran Ataman, 'Bakanlar toplantısına büyükelçi gönderiliyordu. İlk defa Kenan Evren'le beraber bunun gerçekleşmiş olması sağcı siyasetin bir tezahürü olarak nitelendirilebilir ama şöyle bir husus da var, ekonomik dış politika söz konusu olduğunda yine çok yönlü bir dış politika izleme eğilimi devam etti. Yani pek ülke ayrımı yapılmadan bütün ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme çabası içinde oldu. Bunun temel nedeni şu çünkü 1970'li yıllarda ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyordu. Dünya kadar malın piyasada bulunmadığı bir ortam söz konusuydu.' dedi.

- 'Batılı devletlerle ilişkilerde bir gerileme oldu ama ABD ile ilişkiler tam tersi'

Ataman, 12 Eylül darbesinin Avrupa Birliği ile ilişkilerin durdurulmasına sebep olduğunu anımsattı.

Avrupa ile ilişkilerin gerilmesinin 1978'de Ecevit hükümeti zamanında başladığını, Türkiye'nin Avrupa ile ilişkileri daha çok Avrupa Konseyi bağlamında çok gerilediğini aktaran Ataman, şunları kaydetti:

'Türkiye'nin üyeliğini askıya aldılar. Avrupa ile ilişkilerde ciddi bir gerilim yaşandı. Bu Türkiye'yi aslında Avrupalı değerlerden, dolayısıyla demokrasiden uzaklaştırdığının en önemli göstergesiydi. 1972 yılında imzalanan ek protokol, Ankara Antlaşması'nın öngördüğü geçiş sürecinin dondurulması söz konusu oldu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru yolu açma, mahkemenin kararını kabul etme, Özal'ın ikinci döneminde gerçekleşti. 1987-89-91 yılında atılan adımlarla bu sağlanmıştı. Türkiye'nin Avrupa'ya yaklaşması 12 Eylül rejiminin ürünü değil, Turgut Özal hükümetlerinin aslında zorlamasıyla gerçekleşti. Kısacası Batılı devletlerle ilişkilerde bir gerileme oldu ama ABD ile ilişkiler tam tersi, bir düzelme olmuştu. Zaten darbenin daha çok hamiliğini yapan devlet ABD olduğu için yani bir savunma ve iş birliği antlaşması imzalandı. Özellikle güvenlik noktasında NATO üsleri Amerikan üsleri konusunda yeni taahhütlerde bulunuldu. Türkiye-Amerika ilişkilerinde ciddi bir düzelme oldu. Daha doğrusu ilişkiler istikrar kazandı. Daha önce de zaten çok kötü değildi. 70'li yıllarda inişli çıkışlı dönemler oldu, silah ambargosu dahi uygulandı fakat 1980 darbesiyle beraber bir düzelme yaşandı.'

- 'Büyük bir trajedi yaşandı'

Prof. Dr. Muhittin Ataman, 12 Eylül'de çok sayıda insanın hayatının adeta karardığını, pek çok kişinin yaşamını yitirdiğini, haksız verilen idam kararının uygulandığını, ülkede büyük bir trajedinin yaşandığını anlattı.

Binlerce insanın yurt dışına çıkmak zorunda kaldığını aktaran Prof. Dr. Ataman, 'Ülke içinde 12 Eylül rejiminin zulmünden kaçmak için binlerce, on binlerce insan Batılı ülkeleri yurt edindi ve oralara kaçtılar. Bunlar ideolojik olarak orada sivrilip maalesef daha sonraki yıllarda Türkiye karşıtı bir lobinin parçası oldular. Türkiye yanlısı bir lobiye değil, Türkiye karşıtı bir lobiye dönüştüler. Dolayısıyla belki bugün bile bu lobi Batılı ülkelerde Türkiye karşıtı o olumsuz algının önemli bir bileşenidir.' ifadelerini kullandı.

- '12 Eylül olmasaydı'...

'12 Eylül yaşanmasaydı ne olurdu?' şeklindeki soruyu ise Prof. Dr. Ataman, şöyle yanıtladı:

'Bu, olayları kontrol eden güçlerin o olayları nereye tırmandıracağıyla ilgili bir sorudur. 'Türkiye, siyaseti Türklere bırakılmayacak bir ülke' olarak tarif ediliyordu. Böyle olunca Türkiye siyaseti Türklerden kaçırılıyordu. Hatta Türkiye ekonomisi, Türklerden kaçırılıyordu. O kaçıranlar bunu nasıl araçsallaştıracaklardı, bunu bilmiyoruz. İran devrimi olmasaydı ve İran-Irak savaşı patlak vermeseydi acaba 12 Eylül darbesi olur muydu bilmiyorum mesela. Daha doğrusu olmayabilirdi. Öbür tarafta biraz daha uzakta Afganistan'ın işgali vardı, Sovyetlerin dağılması arefesinde bulunuyoruz. Perestroyka vesaire daha başlamamıştı. 1980'le beraber Ronald Reagan ABD'de iktidara geldi. Reagan, bir şeytan imparatorluğu olarak nitelendiriyordu Sovyetler Birliğini. Soğuk Savaş'ın yoğunluk kazandığı, tırmandırıldığı bir dönemde bu gerçekleşti ve Türkiye bir NATO ülkesi olarak çok değerliydi. Bütün bunlar Reagan iktidarda olmasaydı başka bir Jimmy Carter devam etseydi durum daha farklı olabilirdi. İnsan hakları konusunda demokratların özellikle Jimmy Carter'in hassas olduğunu biliyoruz. Acaba bunu ne kadar değiştirebilecekti, insanların mağduriyetinin önüne geçmeye çalışır mıydı bilmiyoruz. Türkiye'nin gidişatı siyasi noktada iyi değildi. Çünkü onlarca insan, ortalama 30-40 insan hayatını kaybettiği, ekonomik krizin diz boyu olduğu, enflasyonun yüzde 117'lere çıktığı bir dönemde o dönem. Bu kesinlikle hoş görülebilen, sürdürülebilir bir durum değildi. Bir tıkanma noktasına, dibe doğru gidiyordu.'

- '15 Temmuz gerçekleşseydi sonuçları 12 Eylül'den daha dramatik olurdu'

Prof. Dr. Ataman, 12 Eylül'ün Türk Silahlı Kuvvetlerindeki emir komuta zinciri içinde gerçekleştiğini belirtti. Bunun 12 Eylül'ün gayrimeşruluğunu değiştirmeyeceğini belirten Prof. Dr. Ataman, 15 Temmuz ile 12 Eylül arasındaki farklılıklara ilişkin şu değerlendirmelerde bulundu:

'15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştiren FETÖ isminde bir örgüttü. Ancak öbür tarafta 12 Eylül'de, her ne kadar dış aktörlerin etkisi olsa da Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendisiydi işin içinde. Akıncı Hava Üssü'nde sivil imamların talimat yağdırdığı bir ortam, görüntüler vardı. Dolayısıyla 15 Temmuz'un yürütücüsü asker ama organizatörü 'sivil' ve illegal bir yapı. Başka bir önemli husus da o gün itibarıyla askeri darbenin yapılması şartları oluşturulmuştu. Onun için Türk halkı bunu sevinçle karşıladı. Tabii Türk halkı arkasındaki o istikrarsızlığın, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın kaosun arkasındaki ilişkilerin farkında değildi, o sadece her gün ölen insanların haberleriyle yatıp kalkıyordu ve bir de ekonomik sıkıntıları yaşıyordu. Birebir onun hayatına dokunan bir ortam vardı ve bu ortamın bitmesini sevinçle karşıladı ama şu anda öyle bir şey yok. Türkiye'de siyasi istikrarsızlık yoktu ve bütün ekonomik krizlere, küresel ekonomik krizlere rağmen dünyada en hızlı büyümeye devam eden ülkelerden birisi olarak Türkiye var. Yani, hiçbir gösterge ülke içinde bir darbe yapmayı gerektiren bir durum değil. Böyle olunca bir fark daha ortaya çıktı. Türkiye siyasi tarihinde ilk defa halk buna karşı koydu. Öbür tarafta darbeyi genel anlamda hoş gördüler ve askeri darbe istenmez ama o kaotik durum da devam ettirilebilir durum değildi. Onun için en azından hani başlangıç itibarıyla nötr kaldı, insanlar ya destek verdiler ya da nötr kaldılar. Burada öyle değil, çok küçük bir azınlığın dışında insanların kahir ekseriyeti sokaklara döküldüler, Türkiye'nin her tarafından ve tankların önünde, uçakların önüne canlarını siper ettiler ve bu darbenin gerçekleşmesine müsaade etmediler. Bir önemli unsur da tabii ki burada ciddi bir direniş vardı.'

- 'Erdoğan, 12 Eylül'deki siyasiler gibi şapkasını alıp kaçmadı'

Ataman, 12 Eylül'dekinin aksine 15 Temmuz'da siyasetten de ciddi bir direnişin olduğunu söyledi.

Burada sadece halkın değil aynı zamanda siyasetçinin de direnişi olduğunu belirten Atama, şunları kaydetti:

'Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın takındığı tavır çok önemli, şapkasını alıp kaçmadı, daha önceki darbelere maruz kalan siyasetçilerde olduğu gibi. Bizzat kendisi ülke içinde kaldı ve direndi. Bu siyasi liderliğin direnişi çok etkili oldu. Bu halkı ayrıca sokaklara döktü. Bunun da halk üzerinde etkisi çok fazlaydı. Bir de daha önceki askeri darbelerden edinilmiş bir tabiri caizse ders çıkarma vardı. Oradan ibret alma vardı, onun yıkımını, onun mağduriyetini yaşanmışlık vardı. Bunun tekrar etmesinin önüne geçmeye çalışıldı. Hem siyasi liderlik hem de halk düzeyinde. Öyle olunca özellikle Cumhurbaşkanının tavrı çok etkiliydi, diğer partilerinden kerhen veya gönüllü olarak onlar da aslında özellikle Meclis'teki direniş önemliydi. Çok farklı partilerden milletvekillerinin duruşu, siyasi mekanizmayı biz askere teslim etmeyeceğiz söylemi önemliydi. Belki bununla beraber ordunun içinde, polisin içinde güvenlik birimlerinin içindeki bazı aktörlerin, grupların siyasetçilere ve halka destek çıkması, dolayısıyla belki bürokrasinin, yargı bürokrasinin hemen soruşturma açmaya başlaması ilk geceden çok önemliydi. Çok farklı noktalarda ciddi bir direniş gerçekleşti ve neticede bunu akamete uğratan da farklı yerlerden gelen direnişti. Bir önemli fark da buydu.'

15 Temmuz'daki darbeye karşı direnişi Kuva-yi Milliye'ye benzettiğini aktaran Prof. Dr. Ataman, '15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı sonuçları çok daha dramatik olurdu. Bir işgal girişimiydi. Sadece bir askeri darbe değil. Onun çok daha ötesine giden bir durum söz konusuydu. İstenen yeniden kendi ayakları üzerinde duran Türkiye değil bağımlı bir Türkiye ve bu bağımlılığı sürdürülebilir hale getirmekti. Başarılı olmuş olsaydı on binlerce insanın hayatını kaybetme ihtimali çok yüksekti.' ifadelerini kullandı.
Kaynak: AA