GÖRÜŞ - Amerikan Solunda Trump Depremi

ABD'de Trump'ın seçim zaferinin ardından oluşan genel havayı bir panik durumu olarak niteleyebiliriz. Bu panik durumunda konuşulan meselelerin başında ise elbette “Trump nasıl kazandı, Clinton neden kaybetti” soruları geliyor Amerikan solu iki yıldır yatak odası analizlerinden çıkamadığı için şu an şok yaşıyor; en azından iki yıldır dinlemeye bile tahammül edemediği ‘faşist’ komşusunun zafer naraları altında yasını tutuyor Sanders’ın Clinton’a kaybetmesiyle yaşanan büyük hayal kırıklığı hâlâ atlatılmış̧ değil; “aday Sanders olmalıydı” tezi hâlâ tartışılıyor Siyahiler, kadın hakları aktivistleri, bazı Müslümanlar, bazı Yahudiler, göçmenler, Filistin davası savunucuları, sosyalistler ve Amerikalı solcuların yeniden ayağa kalkmak için geliştirecekleri çoğulcu bir hareketten bahsetmek için ise henüz erken

ABDULLAH BAŞARAN - Amerika’da yapılan seçimlerde Trump’ın kazanması kadar, Trump’ın kazanmasının genç nesillerde yarattığı büyük şok da konuşuluyor. Nasıl oldu da ırkçılığını, yabancı düşmanlığını, Yahudi ve Müslüman karşıtlığını açıkça beyan eden ve karşısında duran her farklı sesi eril bir dille, bağıra bağıra bastıran böylesine uçarı bir figür, gündemimizi iki yıldır olumsuz bir şekilde işgal edip göz göre göre başkanlığa kadar ilerleyebildi? Bu sorunun cevabı uzunca bir analizi gerektiriyor. Bu yazıda ise Amerikan solculuğunun merkezlerinden biri olan New York’ta, ‘en solcu’ felsefe bölümlerinden birinde gözlemlenen durum özetlenecek; Amerika’daki genç solcular neden bu denli şaşkınlığa uğradı, adım adım gelen ‘faşizmi’ neden tahmin edemedi, gelecek öngörüleri neler ve ne yapılabileceğini düşünüyorlar gibi sorular cevaplanacak.

Seçim gecesinin ve ertesi günün tablosu, New York’a gün boyu yağan sağanak yağmurun da yol açtığı havayla oluşan şok ve hüzündü. Akşam saatlerinden itibaren ise bu duygu bunalımı yerini kızgınlık ve öfkeye bıraktı. Görünen o ki bu uzun soluklu bir öfke olacak; nefeslerin kısa sürede tükenmediği ve nefes nefes artacağı bir öfke. Amerikan halkının verdiği karara duyulan bu öfke, daha haftasını doldurmadan, yapılan hataların konuşulmasına, seçim sisteminin eleştirisine, olası bir faşizmin önüne nasıl geçilebileceği ilişkin çalışmalara, ‘birlik ve beraberlik’ söylemlerine yol açtı. Fakat genel havayı bir panik durumu olarak niteleyebiliriz. Bu panik durumunda konuşulan meselelerin başında ise elbette “Trump nasıl kazandı, Clinton neden kaybetti” soruları geliyor.

- Trump, sesi işitilmeyen kitleye hitap etti

Trump kazandı, çünkü Trump okumuş̧ kesimlerin dinlemeye bile katlanamadığı bir kitleye hitap ediyordu. Latin Amerika’dan gelip yarı fiyata çalışan kaçak işçilerin, dünyanın bir ucundan dinini getirip rahat rahat mescidini kuran Müslümanın her ne pahasına olursa olsun topraklarından gitmesini isteyen, Nazi sembollerini dağa taşa kazıyan, köle-efendi kültüründen uzaklaşamamış̧ beyaz Amerikalıya, yani Amerika’nın gerçek yüzüne tane tane konuştu Trump. Burada ona oy veren herkesin ırkçı olduğunu söylemek de fazla yanıltıcı bir yorum olur. Ancak Trump’ı başkan seçen herkesin ırkçı birine oy vermiş̧ olduğu da su götürmez bir gerçek.

2012 seçimlerinde Obama yönetimine karşı kazanılmasına kesin gözüyle bakılan bir zaferi bile harcamış Cumhuriyetçi partiyle arasına mesafe koyduğu için kazandı Trump. Amerika’nın bembeyaz yüzünü peçeyle örterek şirinlik peşinde olan Cumhuriyetçi Parti’nin örtüsünü kaldırdığı, asıl tabloyu halka açtığı için kazandı. Yoksa kimse sarı saçına, yatak odalarına hayran olduğundan oy vermedi ona. Amerikan solu iki yıldır yatak odası analizlerinden çıkamadığı için şu an şok yaşıyor; en azından iki yıldır dinlemeye bile tahammül edemediği ‘faşist’ komşusunun zafer naraları altında yasını tutuyor.

- 'Aday Sanders olmalıydı' argümanı

Hillary Clinton’ın adaylık süreci ise başlı başına bir tartışma konusu. Bernie Sanders ile başlayan demokratik-sosyalist dalgalanma, Clinton’ın beklenmedik galibiyetinin kıyılarında parçalandı. Birçok kişi için yarış̧ zaten tam da burada noktalanmıştı: Ortalama bir Cumhuriyetçiden daha savaş̧ yanlısı, seçimde kaybettiği eyaletlerin orta sınıf halkını zerre umursamayan (öyle ki normalde demokrat bir eyalet olan Wisconsin’e kampanya sürecinde bir kez dahi gitmedi), Obama yönetimi altında ekonomik ve sosyal açıdan zarar gören halk yerine zenginlerin yanında poz veren Clinton gibi biri aday olmamalıydı. Zira Trump’ın en iyi seçim sloganı “Bir üçüncü Obama dönemine hayır”dı ve Clinton’ın bu argümana karşı söyleyebileceği hiçbir şey yoktu. Dahası, Obama’nın kazandığı eyaletleri kaybetmesini de, seçime katılım oranının giderek düşmesini engelleyecek bir çözümü de yoktu.

Sanders’ın Clinton’a kaybetmesiyle yaşanan büyük hayal kırıklığı hâlâ atlatılmış̧ değil; “aday Sanders olmalıydı” tezi hâlâ tartışılıyor. Fakat gerçeklerle uyuşmayan bu yaklaşıma sahip olanların cevap veremediği bir argüman var: Şu an yaşanan şoka ve en az dört yıl sürecek olan bu Cadılar Bayramı sahnesine şahit olmak istemiyorsan, bağrına taş basıp Clinton’a oy verecektin. Çünkü mevcut sistemde Trump’ın kazanacağı gün gibi belliydi. Öte yandan, bu çift taraflı değneğin diğer ucundaysa bir başka ikilem yatıyor: Yukarıdaki sebeplerden ötürü Clinton’dan hoşlanmayan birini ona oy vermeye ikna etmek neredeyse mümkün değil. “Sanders olmadı; ne haliniz varsa görün” diye özetlenebilecek bir sinik yaklaşım da söz konusu.

Bu sonuçla, başkanlık seçiminde uygulanan sistemin ciddi ciddi tartışılmasının vaktinin geldiği de gözler önüne serildi. Ancak bu durum siyasetin her kanalı için geçerli. Örneğin parti adaylarından başlayacak olursak, Sanders halkın desteğini almış̧ ve yeni bir söylem tutturmuşken, kendi partisinin destek vermemesiyle Clinton’a kaybetti. Sanders’ın bu sistemi eleştirmekte yetersiz kalışıysa mevzubahis vaziyete tuz biber ekti. Öte yandan, 2012’den bu yana etkisi giderek artan Cumhuriyetçi kesimin bu kadar kötü adaylar çıkarmasına da tahammül edemedi seçmen. Trump kendi partisinin desteğini dahi almadan ilerledi. Halk kendisini uyutan bir Cumhuriyetçiyi değil, kendi fikirlerini ‘düşman’ ve ‘öteki’ olarak bellediklerine karşı ‘cesurca’ savunacak aşırı sağcı bir vatanseveri istiyordu. Bu yüzden, Cumhuriyetçi seçmenin bu seçimi daha çok ciddiye aldığını söylemek yerinde olur.

- Seçim sistemi tartışmaya açılacak

Bunlara ek olarak, genel oy sayısında önde olan Clinton’ın eyalet sistemine yenik düşmesi meselesi de var. Belki de bu dönem, parlamenter sisteme geçisin tartışılacağı bir dönem olacak. Çünkü mevcut sistemin bir handikapı da, seçimi iki partiye indirgeyip bir üçüncüye izin vermemesi. Fakat bu seçimin iki adayını beğenmeyenler, önceki seçimlere oranla, diğer adaylara daha çok yönelmiş̧ görülüyor. Örneğin Liberteryen Parti adayı Gary Johnson olmasa, Trump çok daha büyük bir oy oranıyla bitirecekti yarışı. Yeşil Parti’nin adayı Jill Stein de Clinton’a katlanamayan seçmenleri cezbetti, diğer yandan.

Buradan hareketle tartışılan mesele ise iki başat aday dışında oy kullanmanın, seçimin sonucunu gerçekten etkileyip etkilemediği. Ana-akım medya daha şimdiden, Demokratların kazanamamasının en büyük sebeplerinden biri olarak, makul seçmenin Clinton yerine, anlamı olmayan bu seçeneklere yönelmesini gösterdi bile. Trump tehlikesine karşı her şeye rağmen Clinton diyen kesimler için de öyle. Ancak üçüncü parti meselesi, bu kadar üstüne yüklenilecek bir seçenek değil: Günümüze kadar bu partilerin çalışma saatleri, kadın hakları, çocuk isçiler, sosyal güvenlik, senatör seçimleri gibi pek çok olumlu gelişmede hükümetlerin genel işleyişlerine etkileri oldukça fazla oldu. Böylesine kötü ikilemli bir seçimde, yüksek oranda diğer partilere gidiyor olmasının, seçmenin sisteme yönelik en büyük eleştirisi olduğu söylenebilir.

Amerikan medyasının kaybettiği üzerine de çok yazılıp çizildi. Trump’ın ana-akım medyaya ‘rağmen’ kazanması hiç beklenmiyordu. Anketlerde Trump’ı oldukça gerilerde ve kazanma ihtimalini de imkansız olarak göstermelerine rağmen gelen bir galibiyet oldu bu. Ancak mesele medya yalanları değil, bu peri masalını bir güzel yutan genç nesiller. Tüm Amerika’nın New York Times okuduğu varsayımı ne New York Times editörlerine ne de Türkiye’deki ateşli Twitter önderlerine mahsus elbette. Yükselen bir figür olarak Trump, yerel medyada çarşaf çarşaf boy gösterirken, Amerikan solu belki New York Times’ı değil, ama kendi ‘alternatif’ medyasını göz önünde tutuyordu. Sanırım bu mevzunun, dinlemeye katlanamadıkları kitlenin medyasını da takip etmeye katlanamamakla ilgisi var. Bu haliyle, öngörülmesi mümkün olmayan bir hezimetin yaşanması da kaçınılmazdı tabii.

- Trump zaferi 'Amerikan faşizmine' yol açar mı?

Ne olduğunun anlaşılmasının yanı sıra, “şimdi ne olacak” sorusu da Amerika’daki genç solcuları endişelendiriyor. Açıkçası kimse Trump’tan da, Trump’ın vaat ettiği şeyleri yapmasından da korkmuyor. Bu vaatlerin uygulanabilir olduklarını pek düşünmüyor. Asıl kaygı veren şey, Obama döneminde yükselen ve Trump’la birlikte iyice gün yüzüne çıkan ‘Amerikan faşizmi’nin ya da yeni etiketiyle ‘Trumpizm’in azgın taraftarları. Beğenmediği siyahilerin darp edilmesini, hapse atılmasını ya da öldürmesini açık açık dile getiren, Ku Klux Klan’ı hortlatan, etrafa Nazi sembolleri çizen, mescitlere zarar verip Müslümanlara sözlü tacizde bulunan, yeri geldiğinde onu da öldüren, her gördüğü Latino’ya artık ülkesine dönmesi gerektiğini buyuran beyaz adamın öfkesi. Çünkü artık deyim yerindeyse, herkesin rahatı bozuldu: Beyaz adam karşısında azınlıkta kalan herkesin derdi, artık basit bir kötü yönetim endişesi değil, yaşam hakkını geri kazanma mücadelesi. Demokratların insafına kalmış̧ siyahiler, uzun yıllardır sistemle barışık yaşamış Müslümanlar, özgürlükçü olmayı ve hak hukuk gözetmeyi Demokrat partiye oy vermekle eşitleyen bir takım solcular için artık takke düştü, kel göründü: Mücadele Demokrat Parti için değil, sistemin altında ezilen azınlıklar için verilmeli.

Haliyle, seçimden önce fenomen haline gelen Kanada’ya göç meselesi de bir şaka olarak kalacak gibi görünüyor. Zira Trump’ın zaferi sadece başkanlığı kazanmakla kalmadı. Trump senato ve meclisi de kazanarak, en azından önümüzdeki iki yıl boyunca önüne geçilemeyecek bir güç de elde etti. Uğranılan hezimetin bilançosu o kadar ağır ki ciddiyete davet kendiliğinden geliverdi: Yapılacak çok şey olduğu görülmüş̧ oldu. Öte yandan göçmenlerin ülkeyi terk etmelerine yönelik baskılar, önü alınamaz bir göç dalgasını beraberinde getirebilir. Vatanını çeşitli sebeplerle arkada bırakıp buralara gelen birinin, burayı ‘daha’ katlanılmaz görerek dönüp ülkesinde yaşamak istemesi, oldukça trajik bir hikayeye dönüşecek. Amerika’nın ise bu hikayeyi dinleyemeyecek kadar meşgul.

- Çoksesli azınlık hareketi ufukta

Peki neler yapılabilir? Giderek artan öfke yerini sistemli bir hak mücadelesine bırakır mı? Muhtemelen Amerikan solunun en çok üzerinde duracağı mevzulardan biri de bu olacaktır. Siyahilerle Müslümanların geçmişte örneği görülen birlikte direnişini, şimdi daha geniş̧ bir azınlıklar listesinden hareketle görebilmek mümkün. Çünkü majör siyasetin dili apaçık, bedeni çırılçıplak. Bu vaziyet altında dayanışma ve ‘faşizmle mücadele’ sözde daha kolay olacaktır. Fiilde ise zahmetli, çetrefilli bir süreç içerisinde, birden devrimci değil, durumu okuyup yavaş̧ ilerleyen, yani attığı her adımda buzu çatlatmayacak kadar ihtiyatlı bir hareket sayesinde mümkün olabilir.

Ancak bu hareket bir sol hareket değil, çoksesli bir azınlık hareketi olabilir. Açıkçası, ilk günden itibaren süregelen protestoların genel karakteri de bu öngörüyü güçlendiriyor: Trump kimden nefret ettiyse, protestolar bu kitlelere hitap ediyor. Seçimden önceki parça bölük azınlıklar, gösteri alanlarında bir arada: Siyahiler, kadın hakları aktivistleri, bazı Müslümanlar, bazı Yahudiler, göçmenler, Filistin davası savunucuları, sosyalistler ve Amerikalı solcuların kendileri. ‘Her şeye rağmen’, belki de elli yıldır birikmiş tozları üzerinden atarak, ilk günkü şaşkınlığı terk edip siyasi mücadeleye yönelen, Minnesota’da Somalili Müslüman bir kadının parlamentoya seçilmesini bu hezimet karşısında alınan bir galibiyet, başlamak, yeniden ayağa kalkmak için bir sığınak olarak kullanacak olan çoğulcu bir hareketten bahsetmek için henüz erken. Malcolm X’lerle, Martin Luther King’lerle oldu; yine olur mu? Soru biraz da bu.

[Abdullah Başaran Stony Brook Üniversitesi Felsefe Bölümünde doktora çalışmasına devam etmektedir]
Kaynak: AA